Yüzüncü Yılında Türkiye Enerji Tarihinden Bazı Notlar

“Tarih kaostur”[1]. Verinin içeriğe bağlı olması gibi de tarih anlatana ve baktığı döneme göre farklılık gösterebilir. Bu yazıda objektif bir bakış iddiasında olmam imkânsız, en başta tarihçi olmadığımdan bir “okuyucu” olarak ne okuduğumu ve kendimce ne anladığımı yazabilirim. Maden, petrol tarihi inanılmaz geniş olduğundan o kısımda belli anekdotlara değineceğim. Yazıda, son dönemin ayrı bir yazı […]

Yüzüncü Yılında Türkiye Enerji Tarihinden Bazı Notlar
Burak Karagöl
  • Yayınlanma28 Ekim 2023 14:11
  • Güncelleme2 Kasım 2023 14:55

“Tarih kaostur”[1]. Verinin içeriğe bağlı olması gibi de tarih anlatana ve baktığı döneme göre farklılık gösterebilir. Bu yazıda objektif bir bakış iddiasında olmam imkânsız, en başta tarihçi olmadığımdan bir “okuyucu” olarak ne okuduğumu ve kendimce ne anladığımı yazabilirim. Maden, petrol tarihi inanılmaz geniş olduğundan o kısımda belli anekdotlara değineceğim. Yazıda, son dönemin ayrı bir yazı konusu olması gerektiğini düşündüğüm için, değinmeyeceğim.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Osmanlı’nın başaramadığı bir modernizasyonu daha kısa sürede başarmaya çalışıyordu. Bu süreç oldukça sancılı oldu. Örneğin elektriğe verilen önem için kurumların kurulmasının 1935’lere kadar sarktığını gördüğünüzde, savaştan çıkmış bir ülkenin önceliklerine(sanayileşme) de saygı duyulmasını kendinize hatırlatmanız gerekiyor. Türkiye enerji tarihinin önemli bir kısmı elektrik tarihi değildir.

Okuduğum birçok alanda, bence bugünkü anlatılar ve geçmişte ne olduğu arasında büyük bir tartışma var. Bu tartışmalar bu yazının konusu değil. Ama gizem oluşturmak yerine bir örnek vereyim.  Kayseri kökenli, petrolde adı “Bay Yüzde 5” olarak bilinen Kalusto Gülbenkyan’ın Jonathan Conlin tarafından yazılan “Mr Five Per Cent” biyografisinde ilginç bir sayfa var. Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları çizilirken petrol ne kadar önemliydi sorusuna belki bir cevap olabilir.

Girizgâh olması açısından, Osmanlı’daki tüm petrol arama imtiyazlarının 1912’de kurulan Türk Petrolleri Şirketine (TPC) verildiği iddiası (burada da tartışmalı hususlar var) ve bu şirketin yabancı şirketlerin kontrolünde olması daha da ayrı bir konudur. Daniel Yergin’in Petrol kitabında detaylı bilgiler bulunabilir. Aşağıdaki kısımdaki şirket, bu TPC şirketidir[2]:

“Şirketin Musul’daki petrol haklarını doğrulaması önemliydi. Bu nedenle TPC için, Musul’un petrol sahalarının herhangi bir Türk-Irak sınırında Irak tarafında olması çok önemliydi. 1923 Lozan Konferansı’nda anlaşmaya varılamadıktan sonra sınır sorunu Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Birlik, bir soruşturma komisyonuna liderlik etmesi için Macaristan’ın eski başbakanı Kont Pál Teleki’yi atadı. Haziran 1925’te Gulbenkian, Teleki’nin haritalarında Musul petrol sahalarının sınırın sağında (Irak tarafında) kalmasının sağlanmasını önerdi. Teleki’nin haritacısı, eski Osmanlı haritacısı, Zatik Khanzadian adında bir Ermeniydi. Khanzadian, Gulbenkian’ın TPC’deki rolünü biliyordu ve Gulbenkian’a ortak bir okul arkadaşı olan Aram Djevhirdjian[ağzından anlatıyor] aracılığıyla yaklaşmıştı:

Khanzadian, ortamın tüm dolandırıcılarını ve köşelerini biliyor ve [komisyonun] diğer üyeleri haritacı olmadığı için, haritayı topografik konumlarla ilgili belirli talimatlara göre şekillendirmesi ona kalıyordu; Anladığım kadarı ile bunu istediği gibi çevirebileceğini ve bu yüzden Khanzadian, her şeyi [gizli] tutmak için konumuma ve ismime güvenerek benimle kişisel ve gizli temasa girmek istiyor. Şirketimizin Irak tarafında kalmak istediği noktaların hangileri olduğunu bilmek istiyordu.

Uluslararası sınırlar sadece 2.000 £ (100.000 £) karşılığında sabitlenebilecekken neden sözleşmeler, protokoller ve anlaşmalarla uğraşasınız ki? Diğerleri başlangıç çizgisine gidebilir. Gulbenkian doğruca bitişe gitti.”

Dolayısıyla kuruluşunda, Türkiye Cumhuriyeti için en önemli enerji konusunun petrol olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hatta bu önemin 1970’lerin sonuna kadar devam ettiğini bilmek de şaşırtıcı olmaz.

Elektrik konusunda ise, Tarsus’taki ilk santral konusu zaten fazlaca konuşulmaktadır. Fakat bu dönem Cumhuriyet’ten önceki bir dönemdir. Burada da son araştırmaların ortaya koyduğu kadarı ile 1901’de Balıkesir Balya’da kömürden elektrik üretimi ve şehrin aydınlatılması Tarsus’tan önce olmuşa benziyor[3]. Aslında elektrik kullanımı olarak Yıldız Sarayı muhtemelen hepsinden de önce olabilir.

Taş kömürü konusunda, Özal’ın Cumhurbaşkanı olunca ilk gezisini Zonguldak’a yapması, bu konuda danışmanlar çağırıp raporlar hazırlatması pek de tartışılmayan ama bence önemli konulardan biridir.

Enerji tarihindeki tartışmalı noktalar burada da bitmiyor. Gazete arşivlerindeki çalışmalarda Cumhuriyetin ilk büyük projesi Keban Barajı’nın yapımına ilk dönem karşı çıkanlar arasında su ile ilgili kurum çalışanları, EMO (Elektrik Mühendisleri Odası) gibi kurumları da bulmak mümkündür. Daha da tartışmalı konu ise 1960’da kurulan DPT’nin, öncüsünün 1940ların sonunda İran’da kurulan petrol gelirleri ile kalkınma denemesi olan, Planlama Organizasyonu olup olmadığıdır[4]. Bir başka okumaya göre ise belki Mısır’daki Asvan Barajı’nın yapımı başlamasaydı, Keban Barajı’nın yapımı daha da gecikebilirdi. Çünkü ilk büyük projede, uzmanların -bence duygusallaşan- itirazları, bir başka ülkede yapılan büyük proje örnek de gösterilerek nispeten aşılmıştır. 

Kısacası “Tarih kaostur”.

TÜİK’in yayınladığı “100 Yılın Göstergeleri” yayınında birincil enerjide tüketim değil yerli üretim yer almaktadır.  1968 yılı Türkiye’de petrol üretiminin taş kömürü üretimini geçtiği ilk noktadır. Linyitin taş kömürünü geçtiği ilk yıl da 1976’dır. Aynı yıl linyitin de petrol üretimini geçtiği noktadır. Bu yıllarda taş kömürü üretimindeki tıkanma, linyitin öneminin artması ve artan petrol tüketimi gibi çok daha büyük hikayeleri barındırmaktadır. 1988’de hidrolik üretiminin taş kömürünü geçtiği yıldır. 2021 ise rüzgar, güneş ve jeotermal ısının üretimde linyiti yakaladığı yıl olarak görülmektedir. Dolayısıyla her bir kaynağın ağzından tarih farklı şekillenmiştir.  

Bu kaosta (Errol Morris’in anlatımı ile tarihin kaos olmasında) tarihsel bir düzen de göze çarpmaktadır.

  1. Devletin enerji hizmetlerine bakışında Osmanlı’dan bu yana değişmeyen bir bakış vardır. Alaattin Tok’un tezinde de yer alan “provisional state”[5] yani iaşeci bir devlet bakışıdır.  Yani “vatandaşa bol bol ucuz ucuz” hizmet sağlamaya çalışan bir devlet anlayışıdır. Ben buna “imkânsız devlet” anlayışı adını veriyorum. Nitekim, enerji sistemi ve tüketimimiz çok hızlı arttığı ve büyük olduğundan, çok hızlı dönen bir dişliye sadece parmak uzatmaya çalışırken ile tüm vücudu kaptırmak örneği aklıma geliyor. 1970’ler bu hikayedir.
  2. Enerji politikalarında en göze çarpan ve değişmeyen konu dile getirilmese de “İstanbul ve civarının enerji güvenliği”dir. Çünkü ülkenin geri kalanı son 15 yıla kadar enerji tüketiminde o kadar etkili değildir.
  3. Enerji sisteminde talebe yetişemeyen bir insan gücü eksiği vardır. İlk dönemde kömür tarihinde bu durum çok nettir, mekanizasyona geçişin de oldukça geç olduğu söylenebilir. Enerji kaynaklarının emekten mekanizasyona geçişi çok gecikmiştir. Bu konuda işçi başı üretim rakamları dünya kıyaslaması bunu göstermektedir. Hatta bu geçişin gecikmesi ile, geçmişteki yanlışların “tarihsel gelenek” olarak yapışmasına sebep olduğu söylenebilir. Örneğin taş kömürü üretiminde OECD ve hatta Çin gibi ülkeler de kazma kürekle üretim yapan herhangi bir kömür üretimi kalmamış, neredeyse robotize yöntemlere geçilmek üzeredir. Bu maliyet düşüşleri rekabetçilik olarak göz önüne alınabilir.
  4. “Cumhuriyet Büyük Projelerdir (Grandeur)” düşünce okuluna taraftarsanız, enerji tarihi büyük projeler etrafında şekillenmiştir ve şekillenecektir. Cumhuriyetin ilk büyük enerji projesi Keban’dır. Çünkü ülkenin yetişmiş uzmanları için psikolojik bir harbe dönüşmüştür, her büyük proje gibi. İkincisi ise modernizasyonun ülkenin kılcallarına temas ettiği tüm Türkiye’nin elektrifikasyonunun 1980’lerin başında tamamlanmasıdır. Üçüncüsünün nükleer santral olması muhtemeldir. Fakat Keban dahil büyük projeler hem de uzmanlar tarafından en çok direniş gösterilen projeler olmuştur. Hatta yapılsın diyen 5-10 kişiyken yapılmasın diyen uzman sayısı belki 100’lerle gösterilebilir. Bu da tarihteki dönüştürücü insanların önemini göstermektedir.
  5. Enerji tartışmaları basitleştirirsek iki eksende dönmektedir: Katı ideolojik ve mühendislik. İlk dönemlerde bunu göremiyoruz, aslında bir mühendislik heyecanı ile başlayan enerji tarihinde 60’ların bir kısmında ve 70’lerdeki siyasallaşma büyük krizler ile neticelenmiş ve tekrar daha hareketli, pragmatist ve teknik bir dönemle sonuçlanmıştır diyebiliriz.
  6. Doğalgazda, özel sektör eliyle neredeyse Anadolu’nun tamamına modern bir hizmetin götürülmesi ve gördürülmesi, TEK’in kurulmasına göre daha çok Cumhuriyetin ilk yıllarındaki mantığa benzemektedir. Burada yerli sermaye gelişimi ve eliyle büyük bir altyapı projesinin tamamlanması bence yeteri kadar tartışılmayan bir konudur. Özel sektör eliyle büyük altyapı ve kalkınma projesi olarak görülebilir.
  7. Nesilsel etkiler olabilir: Bunu iddia etmekte zorlanacağım ama 20-25 yıllık döngüler olabilir. Sistem yeni insanlarla yeni dönemler başlatmakta, bir süre sonra bu yeni insanlar ve kurumlar müesses nizama dönüşmekte ve emek verdikleri sistemin değişmesine en çok karşı çıkanlar arasında gelmektedir. Sistem de dönüştürme maliyetini yüksek bulmakta, bunun üzerine bir kez daha başa dönerek sistem yenilemeye gitmektedir.
  8. Dün de bugün de değişmeyen ana trend elektrifikasyonun artışıdır. Yani modernleşmenin göstergesi elektriğin nihai tüketimdeki artışıdır. Bu konu Cumhuriyet’in çok başındaki dönemlerinde bence yeteri kadar ilgi bulamamıştır. Çünkü petrol, sanayi hammaddeleri çok daha önemlidir. Fakat 1935’de EİEİ’nin (Elektrik İşleri Etüt İdaresi) kurulması hatta EİEİ’nin 1953’teki DSİ’den (Devlet Su İşleri) yıllar önce kurulması konunun önemini ortaya koymaktadır.
  9. Özel sektör-devlet: Tarihsel olarak devletin öne çıktığı dönemler büyük projeler, elektrifikasyon ve yerli sermaye eksikliği gibi konular iken, belirli bir dönem hariç özel sermaye “düşman” olarak görülmemiştir. Özellikle ilk dönemde vurgu “yerli sermaye”’dir. Cumhuriyetin kurucu noktalarına bakarsak, önemli olan yerli sermaye ile veya sermaye payı yüksek yapılarla bu işin yapılmasıdır. 1970’lerdeki tartışmalarda ben sert bir dönüş görüyorum.

Türkiye enerji tarihi her ne kadar öyle görünse de bir elektrik tarihi değildir. Ama elektrik modernleşmenin en önemli göstergesi olduğu için elektrik piyasa, gelişim ve erişimini anlatmak daha çok ilgi çekiyor. Elektrik modern enerjinin hikayesi olarak görülüyor. Fakat 1990’da bile elektriğin nihai tüketimdeki oranı yüzde 10 seviyesindedir. Aynı yıl, petrolün payı yüzde 47’dir. İnsanların hala önemli bir kısmı ticari olmayan enerji kaynakları (tezek, odun) yaktığı için sınıflandırma olarak tüketimin yüzde 20’si de yenilenebilirdir.

Elektrifikasyonun oranı son dönemde yüzde 21-23 bandına erişmiştir. Uluslararası Enerji Ajansı’nın net sıfır senaryolarını baz alırsak, yüzde 50 elektrifikasyonu hedef olarak görebiliriz. Yani sistemin geçmişte de değişmeyen yönü daha fazla elektrifikasyondu, bugün de yarın da bu eğilimi görmeye devam edeceğiz.

Eğer kişisel bir sınıflandırma yapmam gerekirse, ilk dönemi petrol ve kömür, sonraki dönemi elektrik ve sonraki dönemi doğalgaz, yenilenebilir olarak sınıflandırmaya çalışabiliriz.

  • 1923’ten 1980’lere kadar kömür ve petrol ana tüketim kalemleri olarak görülmektedir. Bu sırada ana tüketim kalemleri içerisinde görülen yenilenebilirin payı ticari olmayan tüketimdir.
  • 1980’lerle birlikte doğalgazın arttığı (çünkü tarihsel kayıtlarda 1950’lerde Tekirdağ civarındaki gaz konuşmaları var, bu sebeple doğalgaz da kendi için 2-3 döneme ayrılabilir) bir yapı beraberinde verimlilik, kojenerasyon, ısıtmada doğalgazın kullanımı gibi Türkiye’deki hidroelektrik santrallerden sonra ikinci “temiz enerji kaynaklarına” geçiş serüveni olarak değerlendirilebilir. Nitekim Türkiye’ye doğalgazın gelişindeki sebeplerden biri de hava kirliliğidir. Fakat hidroelektrikler özünde “yerli kaynaklara” geçiş serüveninin ana aktörlerindendir.
  • 1960-1992 dönemini ilk dönem elektrifikasyon ve büyük hidrolik projeler dönemi olarak tanımlayabiliriz. Bence Atatürk Barajı bu dönemin sonuydu. Bu dönemden sonra talep artışını karşılayabilmek için son çare olarak özel sektöre tekrar geri dönülen bir tartışmalar dönemi olarak görebiliriz. Ben ikinci özel sektör dönemini EPDK değil, Yap İşlet Devret dönemi ile biraz daha erkenden başlatma taraftarıyım. Cumhuriyetin ilk dönemi de bir özel sektör dönemidir. Fakat adı “yerli sermaye” dönemiydi.
  • 1990 sonrası dönem ise elektrikte bence isteyerek değil ama son çare olarak özel sektör dönemidir. Çünkü özel sektör açılımını yapan kesim ve önemli aktörlerin devletçi kişiler olduğu düşünüldüğünde, durumun tekrar pragmatist bir noktaya geri geldiği görülebilir.

Elektrikte bu özel dönemin nasıl şekillendiği pek bilinmediğinden, dönemin önemli aktörlerinden Rahmetli Müsteşar Sami Demirbilek’in anlatımıyla sonraki nesillere not bırakmak faydalı olacaktır. Artan talep artışını, yatırımlar karşılamakta yetersiz kalınca ve devlet bu yatırımlara garanti vermek de istemeyince, bir yöntem olarak önce dağıtım özelleştirmeleri ile başlanması planlanıyor. İstenen üretim yatırımı, fakat devlet buna garanti vermek istemiyor. Özel sektör önce müşteri portföyü oluştursun, bir dağıtım şirketi olsun, o müşteri portföyünün artan ihtiyaçlarını göstererek de elektrik üretimi yatırımı yapsın ve bankalara da tüketim garantisini gösterebilsin ana amaçtır.

Bir diğer nokta ise yap işlet devletin sonra yap işlete evrilmesidir. Önce sadece kamu yapar denirken, bir süre sonra “biz bu santralleri niye devralıyoruz, özel sektör işletmeye devam etsin” diye, aslında 2002 sonrası dönemin ilk sinyalleri bu Yap İşlet modeli ile verilmiştir.

Belki son olarak enerji krizlerinin Cumhuriyet’in enerji politikalarını nasıl şekillendirdiği konusu da önemlidir. Bu sene 50’nci yılı olan 1973 petrol krizi, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve Keban’ın devreye girmesini birlikte düşünmek, daha sonra ise 1979 krizinin topyekün dönüştürücü etkisini anlamak önemlidir. 2024 Cumhuriyetin ilk büyük projesi Keban’ın da 50’nci yılı olacaktır.

İlk petrol krizinde, devletin ithal ettiği petrole daha fazla para bulmak için daha fazla mal satmaya çalıştığı ve diğer taraftan da talebin arttığı yıllar olarak görülebilir[6]. Fakat bu yıllarda Türkiye’nin yüzünü batıya dönmesi ve batı pazarına mal satması tek yol olarak düşünülürken, arka arkaya gelen ve artan ithalat problemleri Turgut Özal döneminde Türkiye’yi Batı harici coğrafyalara daha fazla önem vermek zorunda bırakmıştır. İki petrol krizi Türkiye küresel ticaretinde önemli bir değişiklik yapmıştır. Bunlardan bir tanesi de doğal gaz ilişkileridir.

Son kısımda kişisel bir not olarak 2000 öncesi en dönüştürücü tarihi figür olarak Turgut Özal’ı gördüğümü söylemek isterim. Birçok kişi Özal’ı DPT’ci olarak bilse de Özal Elektrik İşleri Etüt İdaresi kökenlidir. Yine tartışmalı olacak ama, DPT’nin fazla ideolojik bir çizgiye gitmesi sonucu, Özal ve ekibi DPT içinde bir yer açarak ve genç uzmanlar ile tekrar bir hamle yapıyorlar. Orijinal DPT ekibine dokunmuyorlar. Bence Özal’ın “Elektrifikasyon Plânı ve Türkiye’de Elektrik Enerjisinin İstikbali Hakkında Düşünceler” makalesi bu tarihin en vizyoner dokümanlarından biridir. Kısaca doğudaki kaynakları ya batıya getirmeliyiz ya da orada ağır sanayi kurmalıyız seçeneklerine değiniyor. Aslında Türkiye’nin modernleşmesindeki en önemli süreçlerden birinin kökeni bir elektrik kurumudur demek abartı olmaz.

Petrol boru hatları, enerji piyasaları, nükleer, rüzgar, güneş sanırım bunları herkes yeteri kadar bilmektedir. Fakat bunların birçoğu henüz tarih olmamıştır. Tarih kaostur, bu yüzden verdiği dersler önemlidir. Türkiye enerji tarihi bence detaylı olarak son dönemde karşımıza çıkıyor, umuyorum daha da ileri gittikçe bu tarihle ilgili daha çok şey öğreneceğiz. Kaotik bir fraktal gibi detaylarda daha renkli bir tarih göreceğimiz gelecek bizi bekliyor.

KAYNAKÇA:

  1. Errol Morris’in bir belgeselindeki söz
  • Jonathan Conlin, Mr Five Per Cent, The Many Lives of Calouste Gulbenkian, The World’s Richest Man
  • Atatürk döneminde madencilik (1923-1938), Doktora Tezi, Hilal Öz, Ankara 2018
  • Odundan Kömüre: Osmanlı Anadolu ve Balkanlarının enerji ekonomisi (1750-1914) – Alaaddin Tok, Boğaziçi Üniversitesi
  • Turkey in the Middle East, Oil, Islam and Politics, Alon Liel

[1] Errol Morris’in bir belgeselindeki söz

[2] Jonathan Conlin, Mr Five Per Cent, The Many Lives of Calouste Gulbenkian, The World’s Richest Man

[3] Atatürk döneminde madencilik (1923-1938), Doktora Tezi, Hilal Öz, Ankara 2018

[4] https://www.cambridge.org/us/universitypress/subjects/history/middle-east-history/petroleum-and-progress-iran-oil-development-and-cold-war?format=HB

[5] Odundan Kömüre: Osmanlı Anadolu ve Balkanlarının enerji ekonomisi (1750-1914) – Alaaddin Tok, Boğaziçi Üniversitesi

[6] Turkey in the Middle East, Oil, Islam and Politics, Alon Liel