Gaza hücum

Son yıllardaki gaza hücumun en önemli nedeni düşük petrol fiyatının aynı oranda doğal gaz fiyatlarını düşürmemiş olmasıdır, önermesi en doğru yaklaşımdır.

 

Son dönemlerde gaz ticari metasına artan ilgi bana, 1849 yılında Amerika’nın Kaliforniya eyaletinde, Sacremento vadisinde James W. Marshall tarafından altın bulunmasıyla başlayan “Altına Hücum” dönemini hatırlatmaktadır. Haberin duyulması ile birlikte, kolay yoldan zengin olma hayalleri kuran yüzbinlerce insan bu bölgeye akın etmiştir. Hatta bu konuyu, 1925 yılında Charlie Chaplin, yönetmen, senaryo yazarı, yapımcı ve başrol oyuncusu olarak film yapmıştır.

 

Bu “altına hücum” durumu, şimdilerde “gaza hücum” olarak tekrar etmektedir. Tıpkı önceki başka metalarda olduğu gibi. Son dönemlerde yapılan keşiflerin çoğunun gaz olması da bu durumu tetiklemektedir. Aslında gaz keşfi, petrol keşfine göre daha sıkıntılı bir durumdur. Çünkü gazı paraya çevirmek, her zaman içinde önemli miktarda politik destek gerektirmektedir. İster LNG şeklinde, isterse boru hatları vasıtası ile olsun, ekonomik bir gaz sahasının pazara çıkması için gereken sadece teknik yatırımlar değildir. Aynı zamanda uluslararası birçok antlaşma yapılması da gereklidir. Örneğin boru hatları, kaynaktan yani gaz sahasından, alıcı ülkeye ulaşana kadar büyük olasılıkla birden fazla ülke toprağından geçmesi gerekir ki; bu başlı başına bir politik çaba gerektirmektedir. Avrupa yıllardan beri doğal gazda Rusya’ya olan bağımlılığını, arz güvenliği çerçevesinde ele almasına rağmen, hâlâ ne Kuzey Irak gazı ne de İsrail gazının Avrupa’ya ulaşması pek de yakın görünmemektedir.

 

Bunun yanında yukarıda bahsettiğim son dönmedeki gaz keşifleri ve enerji karışımının değişmesine ve Çin sürüklemeli Asya Pasifik’te, Kuzey Amerika’da ve Orta Doğu’da da gaz tüketiminin artmasına sebebiyet verecektir. Doğal gaz tüketiminin 2015 ile 2035 yılları arasında yıllık %1,6 oranında artacağı ve kömürün ve petrolün önüne geçeceği tahmin edilmektedir (Şekil 1).

 

 

Bu tahminler ışığında enerji şirketleri dünyanın gelecekteki enerji ihtiyaçlarına göre adapte olmak durumundadırlar. Gaza hücumun arkasında yıllık tahmin edilen tüketim artışının yanında, karbon emisyonunun çok yüksek olmasından dolayı kömürün yerine ikame edebilecek göreceli daha az karbonlu bir meta olması da vardır. Yapılan tahminlere göre yine 2015 ile 2035 yılları arasında petrol tüketimi yıllık %0,7 kömür tüketimi ise %0,2 oranında artacaktır (Şekil 1). Bu nedenle tüketim artışından pay almak isteyen şirketler gaza hücum etmiş durumundadırlar. Ancak 2035 yılında petrol %29, gaz ise %25 oranında birincil enerji tüketiminde yer alacaktır. Yani petrolün gücü devam ediyor olacaktır (Şekil 2).

 

 

Kömür ise %24’lük paya sahip olacaktır. Nükleerdeki yıllık %2,3 ve yenilenebilirdeki yıllık %7,1’lik artışa rağmen 2035 yılında dahi, toplam birincil enerji tüketiminde fosil yakıtların %78lik bir orana sahip olacakları fosil yakıt egemenliğinin devam ediyor olacağını göstermektedir (Şekil 2).

 

Gazprom hariç, 2005 yılında petrol şirketlerinin gaz assetleri yaklaşık %30 civarındaydı. Yakın gelecekte ise, keşfedilen gaz miktarlarının çok olması ve gazda tüketimin hızlı oranda artacağı tahminleri ile birlikte, büyük petrol şirketlerinin üretimlerinin %50’den fazlası doğal gaz olacaktır. Göz önünde bulundurlması gereken en önemli konu gazın kendisini hâlâ bağımsız bir ticari meta yapamamış olmasıdır. Başka bir deyişle; petrol fiyatlarındaki değişimler doğal gaz fiyatlarını tetiklerken doğal gaz fiyatlarındaki değişim petrol fiyatına etki etmemektedir. Ayrıca LNG kontratlarının çoğu petrol fiyatına bağlanmıştır; yani petrol fiyatlarındaki artış doğal gaz fiyatındaki artışa neden olmaktadır. İşin başka bir boyutu ise son dönemde önemli doğal gaz keşifleri yapılmış ve önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde tümü aynı süreçte pazara ulaştırılabilirse (politik nedenlerle sekteye uğramaz ise), o vakitte artan talebe rağmen arz fazlası nedeni ile fiyatları beklendiği oranda artmayacaktır. Yani doğal gaz fiyatları henüz kendi mecralarını yaratamamış ve petrol fiyatlarına bağlı, ancak her durumda davranışı aynı olmayan bir metadır. Buna rağmen son yıllardaki gaza hücumun en önemli nedeni düşük petrol fiyatının aynı oranda doğal gaz fiyatlarını düşürmemiş olmasıdır, önermesi yukarıda ki bilgilere göre en doğru yaklaşımdır.

 

Ekonominin temel kuralında, bir malın fiyatının belirlenmesinde o mala olan arz ve talep etkin rol oynamaktadır. Talep artarken arz aynı oranda artmaz ise o zaman malın fiyatı artar ve kârlılığı arttığı için daha fazla piyasaya arz edilir. Bu durum sürerken öyle bir eşik geçilir ki artık o malın fiyatı artmaya devem etmez, pastadan alınan paylar küçülür, fiyat bir dengeye ulaşır ve uzun vadede o malın fiyatı düşer. Bunlar hepimizin bildiği ekonominin temel kuramlarıdır. Ancak söz konusu petrol ve doğal gaz gibi stratejik emtialar olduğunda, bu kuramlar birebir aynı şekilde işlememektedir. Bu nedenle petrol fiyatları düşük giderken artan doğal gaz fiyatları ve bu rakamlara bağlı olarak yapılan öngörüler bizleri hata yapmaya götürebilir. Tabiidir ki yukarıda hesaplanmış %1,6’lık artışın içerisinde artan nüfus, artan alım gücü, karbon emisyonlarının önemi ve iklim antlaşmaları, dünyada yapılan ve planlanan elektrik santrallerinin ham maddesi gibi birbiri ile ilintili, önemli noktalar da çalışılıp dahil edilmiştir. Ancak unutulmaması gereken en önemli konu geçtiğimiz üç yıl boyunca düşen petrol fiyatları birçok bölgedeki petrol üretimini zarar eder konuma getirmiştir. Bu nedenle birçok yerde üretim ve yatırımlar durma noktasındadır. Aklımızın bir köşesinde mutlaka tutmamız gereken nokta ise petrol, yapılmayan yatırımlar ve üretilmeyen sahalar nedeni ile mevcut üretim talebini karşılayamayacak noktaya gelecektir. Ve bu, tahminimizden çok daha yakın bir zamanda olacaktır. Talebi karşılayamayan bir arz ise “piyasa açlığı” oluşturacak ve petrol fiyatı matematiksel tahminlerden çok hızlı bir şekilde artmaya başlayacaktır. Bu durumda artan petrol fiyatları eğer hâlâ kendi başına bir emtia olamamışsa ki; olabilecek gibi de görünmüyor, doğal gaz fiyatları da buna bağlı olarak değişecektir. Ayrıca artan petrol fiyatları bir sürü üretimi ve bölgeyi tekrar kârlı hale getirecek ve yatırımlar petrol tarafına doğru kayacaktır. Bu döngüler diğer tüm emtialarda da görülmektedir.

 

Ülkemizde ise bir malın fiyatının belirlenmesindeki ekonominin temel kurallarına ilaveten bir parametre daha vardır ki; o da bizim en belirgin özelliğimizden kaynaklanmaktadır. Toplum olarak gerek bireyler gerekse tüzel kişilikler olarak, neye ihtiyacımız olduğuna bakmaksızın, “onun var benim de olsun” ana fikri ile hem yatırımlarımızı hem de hayatımızı yönetmekteyiz. Örnek vermek gerekirse, yakın geçmişte yaşanmış elektrik üretimine hücum, tıpkı jeotermale, gaza olduğu gibi bugün artık piyasanın daha fazla elektrik yatırımı kaldırmamasına neden olmuştur. Birçok firma teşvikler ve kazançları göz önünde bulundurarak elektrik üretimi için yatırımlar yapmışlardır. Günümüze geldiğimizde ise tüm elektrik üreticileri yaptıkları yatırımlardan mutsuz olduklarını her yerde dile getirmektedirler. Bunun en önemli sebebi fiyat üstündeki arttırmama baskısıdır. Bu doğru ama, fiyatlar arttırılabilse de yatırımcı kârdan mutlu olmayacaktır. Zaten bu pastadan pay almış ve payından memnun olmayan ve pasta payını arttırmayı isteyen bir sürü üretici, fiyatlar serbest kalsa da rekabet nedeni ile aynı oranda arttıramayacak ve yine büyük bir kısım zarar edecek ve mutsuz olacaktır. Bu durum aynı şekilde petrol fiyatları düştüğünde de yaşanmıştır. OPEC ülkeleri üretimi kısma kararını zamanında alamamışlardır. Rekabet nedeni ile pazar paylarını küçültme riskini göze alamadıklarından ve söz konusu risksiz yaşamda, petrol fiyatlarının daha da düşmesine ve ekonomisi petrole dayalı ülkelerin ekonomik olarak sıkıntıya sürüklenmesine neden olmuştur. Uzun bir zaman bu kararı alamayan OPEC üyeleri zararı da yine kendileri çekmişlerdir. Şu sıralarda Ülkemizde doğal gaz depolaması için ilgi büyüktür. Halbuki ithal edilen gazın %20’sinin depolanması şartı kanun yürürlüğe girdiğinden beri olmasına rağmen BOTAŞ’ın yaklaşık 15 yıldır sürdürdüğü Tuz Gölü doğal gaz depolama tesisi konusunun gündeme gelmesi ile birlikte ilgi artmıştır. Oysaki, Türkiye Petrolleri 2007 yılından beri Kuzey Marmara doğal gaz depolamasını fiilen yürütmüştür. 2016 yılında bu tesis BOTAŞ’a devredilmiştir. O günden bugüne geçen sürede doğal gaz depolaması hiç ilgi görmemiştir. Ancak son dönemde alınan FSRU ve LNG lisansları ve Kuzey Marmara’nın BOTAŞ’a devredilmesi ve Tuz Gölü’nde yeni tesislerin gündeme gelmesi konuyu popüler yapmış ve doğal gaz depolama lisansı başvuruları başlamıştır. Yani yine “onun var benim de olsun” düsturu işlemektedir. Doğal gaz depolaması gerek rezervuarda gerekse tuzlarda son derece detaylı çalışılması gereken ve her rezervuarın ya da her tuzun depolamaya uygun olmadığı bir iş koludur. Bu teknik detayların çalışılması ve projelendirilmesi ciddi teknik bilgi birikimi ve tecrübe gerektirdiği gibi önemli yatırım miktarları da gerektirmektedir. Ayrıca mevzuattan kaynaklanan sıkıntılarda mevcuttur. Her ne kadar Petrol kanunu ve Doğal Gaz Kanunu içerisinde birbirlerine öncelik atıfları yapılsa da uygulamada çıkacak sıkıntılar vardır. Depo yapmadan önce o rezervuarın veya tuzun jeolojik ve jeofizik yöntemler ile haritalarının yapılmış, teknik özelliklerinin çalışılmış ve yorumlanmış olması ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Hali hazırda mevcut sismik datayı almak içinde petrol ruhsatına başvurmuş olmak gereklidir. Petrol ruhsatına başvuruken her yıl için yatırım programı yapılması ve bir kuyu açılması şarttır. Ayrıca taahhüt edilecek sismik ve diğer jeolojik çalışmalar da cabasıdır. Petrol ruhsatı başvurusu yapılmadan yola devam edilirken, diyelim ki Petrol İşleri ellerindeki mevcut teknik bilgiyi iyi niyet çerçevesinde ilgili şirkete verir ve depo lisansı başvuru yapan şirket ise bu bilgileri depo olmaya uygunluğu esasında işlerken (her bitmiş rezervuar veya her tuz depo olmaya uygun olmayabilir ve alanın tektonik durumu, rezervuarın geçirgenlik, gözeneklilik kapasitesi gibi bir sürü önemli teknik konunun çalışılması gereklidir) bir başka şirket aynı alana petrol ruhsatı başvurusu yapabilecektir. O zaman da hangisinin milli menfaat unsuru olduğu için bir karar verilmesi gerekir ki; her iki durumda da sonuçtan mutsuz olacak ve ön hazırlıklara ciddi miktar para harcamış bir şirket olacaktır. Aynı alanda hem petrol ruhsatı hem de doğal gaz depo ruhsatı olması ihtimali ise yaşanabilecek en kötü senaryolardan birisidir. Bu ve benzeri durumlar geçtiğimiz dönemde “jeotermale hücum” olarak yaşandı ve sıkıntılı süreçler hâlâ devam etmektedir. Burada yatırımcı şirketlerimiz konunun teknik olarak önemini ve maliyet büyüklüğünü göz ardı ederek kendi başlarına hiçbir jeolojik bilgi ve deneyim olmaksızın yola revan oldular ve sonunda teknik büyük sıkıntılar yaşadılar. Farklı ruhsatlardan ama aynı rezervuardan jeotermal suyu ayrı şirketlerin çekmesi sonucu debinin azalmasından tutun da, kuyu bilinçsizce, -yerin altında fırat gibi akan sular olduğu varsayımı ile-, kazılırken kuru olarak bitirilmesi ya da kuyunun teknik raporlarının ve programının hazırlanmamış olmasından ve jeoloji bilimine gereken saygı gösterilmemesinden kaynaklı yer altında nerde olduğunu bilememek gibi bir sürü sorun gündeme gelmiştir. Yakın gelecekte doğal gaz depolamasında da benzer sıkıntılar yaşanacak ve bir sürü şirket doğal gaz depolaması pastasından pay alabilmek için yarışacaklar, yaşadıkları teknik sorunlar bir bir proje devam ederken ortaya çıkacak ve bu teknik sorunların giderilmesi için geç kalınmış olacak ve birkaç yıl sonra doğal gaz depolamasında ne kadar mutsuz olduklarını beyan eder konuma geleceklerdir. Çünkü; tarih tekerrürden ibarettir ve eğer doğru şekilde tarihten ders çıkarmazsak ve aynı hataları yaparsak tarih de aynı şekilde bize cevap verecektir.