Enerji fiyatlarında yeni denge

Uzunca bir dönemdir hem konuştuklarımızın hem de yazdıklarımızın merkezinde genelde “kur” meselesi duruyor. Bu mesele Türkiye enerji piyasalarının merkezinde bu kadar geniş yer kaplarken içerideki enerji fiyatlarında bunun etkisini çok sınırlı görmüştük.

Kur artışı yani devalüasyon meselesi bu yüzden önce BOTAŞ’ın bilançosuna olan etkisi, YEKDEM maliyetlerini artırma etkisi ve nihayet şirketlerin borçları sebebi ile sektörün konusu olmuştu. Belki bunun bir istisnası “otomatik fiyatlandırma” mekanizması nedeni ile akaryakıt sektörüydü ancak aşırı yükselen kurların direkt pompa fiyatlarını vurmasını engellemek maksadı ile yapılan “geçici değişiklik” ile bu durum da kontrol altında tutuldu.
Ancak her durumda bildiğimiz bir şey var; o da bu modelin sürdürülebilir olmadığıdır.

Ne doğal gazda ne elektrikte ne de akaryakıtta sürekli bir sübvansiyon sisteminin işlemesi mümkün değil. Bunun tamamı devlete ait olan BOTAŞ için bile sürdürülebilirliği mümkün değilken, elektrik ve akaryakıtta sürmesini düşünmek zaten olası değil.

Geçtiğimiz hafta doğal gaz ve elektrik tarifelerinde yapılan düzenleme ile beraber daha önce bahsettiğimiz “Yeni Dönem” ilk model sinyalini vermiş gibi bir algılama oluştu piyasada. Buna göre fiyatlandırmaların maliyet bazlı olması ve sonucunda primer kaynaktan son nihai ürüne kadar tüm paydaşların makul ve sürdürülebilir bir karlılık ile üretim sürecine katkıda bulunması gereken bir model tercih edilmiş gibi gözüküyor.

Bu modelin henüz elektrik ve akaryakıt tarafı resmi net olarak göremedi ancak beklenti bu yönde. Ne elektrikte ne de akaryakıtta özel şirketlerin marjsız ya da negatif marj ile çalışmasını bekleyemeyiz. Buna vergi kaybını da ekleyince ortaya yine ciddi bir sübvansiyon çıkıyor.

Türkiye’nin en büyük yapısal sorunlarından bir tanesi olan bu sübvansiyon nedeni ile teşvik etmememiz gereken cari açık oluşturan bir modeli teşvik ediyoruz.

Bu nedenle elimizdeki en ucuz, büyük ve verimli enerji kaynağımızı kullanamıyoruz. Bu kaynağımızın adı “Verimlilik”.

Nedeni ise verimlilik sübvanse edilmiyor, yeterince teşvik edilmiyor. Bazı teşvikler gündemde olduğu halde, aksi durumun sübvanse ediliyor olması maalesef bu kaynağı kullanamamamızın önünde en büyük engel.

Örneğin elektrik tüketiminde gerçekten maliyetlerin son fiyata yansıdığı bir modelde sanayi mutlaka buna göre bir hesap yapacaktır. Gerçek maliyetlere göre rekabetçi olamayan sektörler dönüşecektir. Elbette bunu hızlı yapmak mümkün değil ancak bu tip sanayiye enerjiyi verimli kullanma konusunda teşvikler sağlanmalıdır ki zaten gerçek fiyat yeterince bir teşvik sayılabilir. Örneğin gelişmiş pazarlarda, esnek elektrik tüketimini daha iyi yöneten tüketiciler Talep Tarafı Katılımı modeli ile İletim sistemi İşletmecisine bir esneklik opsiyonu sağlıyorlar ve bunun karşılığında ciddi bir mali katkı alıyorlar. Bu model henüz Türkiye’de yok.

Tüm bu teşviklere rağmen ayakta kalamayan sektörler için ise dönüşümden başka bir seçenek kalmıyor. Zira bu model ile artan demir çelik üretimimiz ve ihracatımız, hem dolaylı olarak enerji ithalatını teşvik etti hem de yoğun hurda ithalatına sebep olarak bu konuda Türkiye’yi dünyanın en önemli pazarı haline getirdi.

Ancak bu sübvansiyon sonucunda hep ABD gibi büyük pazarlarda anti-damping tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Yani içerideki sübvansiyon genelde büyük pazarlardaki rekabet otoritelerinden darbe aldı. Bizim gibi enerji fakiri ülkelerin yaptıkları ithalat ile başka ülkelerin ara malı piyasalarını desteklemeleri doğru bir strateji olmamalı.
Bu sebeple yeni dönemde artık tüm üreticilerin ve tüketicilerin “gerçek maliyete” göre hesap ve plan yapmaları gerekiyor. Buna göre orta ve uzun dönemli stratejilerini kurgulayıp, gerek kur riskine gerek enerji maliyetlerindeki volatiliteye karşı kendilerini korumayı öğrenmeleri gerekiyor.

Devletin görevi ise, bu piyasalardaki fiyatın sağlıklı oluştuğundan emin olmak ve gereken pazarların oluşmasını sağlamak ve izlemek olmalıdır. Bu yolda gelen sinyaller başlangıçta sarsıntı oluşturabilir ancak ileriye dönük çok olumlu algılanacaktır.